Sanat Kavramı İle İç Göç İlişkisi Üzerine Düşünceler Dr.Özand Gönülal
Sanat Kavramı İle İç Göç İlişkisi Üzerine Düşünceler
Sanat ve göç insan varlığının yaşamsal süreci içerisinde
sürekli varolan olgulardır. Göç olgusu temelinde sosyal bir hareket olmasına
karşın ekonomik yaşamdan kültüre kadar yaşamın her yönünü etkileyen temel
değişim aracıdır. Sanat olgusu ise insan varlığının öznel bir tavrı olmasına
karşın, o öznel tavrın oluşmasında toplumsal yapının etkisi rededilemez bir
gerçekliktir. Dolayısıyla toplum yapısının biçimlenmesinde etkisi olan göç
olgusunun doğrudan ya da dolaylı olarak sanat olgusu üzerinde etkisi
sözkonusudur.
Bu bildiri çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti’nde gerçekleşen
göç hareketlerinin nedenleri, göç hareketleri sonrasında gerçekleşen
sosyo-ekonomik değişimler, bunların sosyolojik sonuçları ve çözümleri için
neler yapılmalı gibi noktalarda herhangi bir sorgulama yapılmayacaktır. Bu
bildirinin temel amacı son 50 yılda Türkiye’de çok ciddi boyutlarda kırsal
kesimden kente yönelik olarak gerçekleşen göç sonrasında biçimlenen toplumsal
ve kişisel kimliklerin sanat olgusu ile ilişkilerini irdelemek; bu ilişkinin
doğru kurulabilmesinin yolunun nasıl olduğu sorgusunu yapmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik yapısının
biçimlenmesinde iç göçün etkisi rededilemez bir gerçektir. Bu etki sanat
kavramının farklı biçimlerde algılanmasına ve buna bağlı olarak farklı
biçimlerde tanımlanmasına neden olmuştur. Bu durum sanat olgusunu da popülizme
alet etme anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak yeterince dikkatli
davranılmaması sonrasında sanat olgusu içerisinde değerlendirilemeyecek
çalışmalar “sanat”, bu çalışmalar içinde bulunan bireylerde “sanatçı”
kavramlarıyla tanımlanarak, toplum bireylerinin bundan hareketle değerlerini
oluşturmaya yönlendirilmişlerdir.Ancak sunulanların değersizliği, toplum
bireylerinin değerlerini değersizleştirmekte ve toplumun yoz kültür egemenliği
altına girmesine neden olmaktadır.
Göç konusunu son yıllarda bir çok sanatçının sanata ilişkin
yaratma süreçlerinde kullandıkları görülmektedir. Bunlara ait çalışmaları
çeşitli etkinliklerde görmek mümkün olmaktadır. Ancak bu çalışmalar özellikle
göç sonrası kentlere yerleşen insanların kimliksizleşme, yeni kimlikler kazanma
ya da yabancılaşma süreçlerinin bir saptaması ve buna dikkat çekmesi
doğrultusunda gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla yaratma süreçleri sonrasında ortaya çıkan
eserlerde yansıyan göç bu eserler için konu olmaktan öteye gitmemektedir. Ya da
gerçekte bildiğimiz şeyleri farklı bakış açılarıyla dikkat çekmek amacıyla
yeniden ortaya koymaktır.
Ancak sanat kavramı, toplumun ve toplum bireylerinin “
kalitesinin” belirlenmesinde önemli bir etkisi olan yaratma süreçlerini ve bu
yaratma süreçlerinde gerçekleşen biçimlenmeleride ifade etmektedir. Dolayısıyla
toplum bireyleri tarafından tanınmaz olan sanat kavramı olgusal değişimleri
sergilemekte bu değişimler zayıf değerler karşısında yoz kültürün egemen
olmasına neden olmaktadır.
Bu durumu şöyle açıklayabiliriz; Kırsal kesimde sömürüye
dayanan değil, değerler ortaklığı üzerine kurulan bir toplumsal sözleşme
egemendir. Ancak tüm bunlar sanayi devrimiyle birlikte yıkılmıştır.
Sanayileşmenin beraberinde getirdiği durağan toplum yerine değişen bir topluma
geçiş, kimlik boyutunu da etkilemektedir. Dolayısıyla sanat gerçek yeniliği
sunmanın yanında zaman zaman paylaşılan yaşantıların ifadesi ve simgesi haline
dönüşmüştür.
Türkiye’de devlet, göçlerin yönlendirilmesine müdahil
olmamış, daha çok gelişmeler karşısında günlük politikalar ve siyasi
müdahalelerle yetinme durumunda kalmış hatta zaman zaman uyguladığı politikalar
nedeniyle göç tetiklenmiştir. Böylece göç edenlerin geldikleri kentlerde
başlarının çaresine bakmak zorunda kalmaları sonucunda gecekondu bölgeleri oluşmuş
ve bu nedenle kentlerimiz büyük bir köy haline gelmiş, köy yaşamında görülen
gündelik yaşam manzaraları, olağan görüntüler haline dönüşmüştür.
1960’lı yıllarda Haldun Taner’in yarattığı Keşanlı Ali ve
1970’li yıllarda Yılmaz Güney’in sergilediği tiplemeler, büyük kentlerdeki
gecekondu bölgelerinde yaratılan mitosların kahramanları olarak karşımıza
çıkarken, günümüzde bunun örneklerini oluşturan “Deli Yürek” , “Kurtlar Vadisi”
ve “Pusat” adlı dizilerdeki kahramanlar da benzer profilleri ortaya koymaktadır.Bir
zamanlar aşağı kültür olarak görülen ya da görmezden gelinen arabesk olgusu
Türk Popu’nun patlaması yardımıyla 90’lı yıllar boyunca kent kültürü içine
eklenmiştir. Aslında oturmuş ve klasikleşmiş kültürler zaman içerisinde kendi
dinamiklarini yıpratarak iyi ya da kötü irdelemesi yapmadan, herhangi bir
nedenle ortaya çıkan yeni oluşumlar karşısında sağlam bir direnişle duramayıp
değişmeye ve hatta yozlaşmaya başlar ki; Bunu tarihsel süreç içersinde Gotik
dönemin sonunda antik dünyadan hareketle biçimlenen Rönesans anlayışında, daha
sonra maniyerist süreçle değişerek ortaya çıkan ikinci klasik Barok Üslupta,
Barok Üslubun değişimiyle ortaya çıkan Rokoko sonrasında yine antik kültürden
hareketle Neoklasik dönem gibi yeni bir devinime giren süreçlerde görebiliriz.
Dolayısıyla sanat tarihi çerçevesinde ele aldığımız bir çok kültürde klasik ve
klasikten sonra gelişen bozulmadan sonra yeniden klasik sürecin yaşandığını
görebiliriz
Dolayısıyla Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
batı normları çerçevesinde biçimlenen kent kültürü göçler sayesinde farklı
kültür değerleriyle karşılanınca önce bunu yadırgamıştır. Süreç içerisinde,
göçenlerin şiveleri kentliler için aralarında yapılan espirilere bir malzeme
haline dönüşerek kanıksanmaya başlanmış, gündelik yaşantı içinde yeni bir tad,
yeni konuşma biçimi ve ilişkiler zaman içinde kentlileri etkisi altına alarak
dönüştürücü bir güç haline gelmiştir.
Büyük kentlerin insanlar arasındaki temel bağların
zayıflamasına neden olduğu bir gerçektir. Kırsal yerleşim birimlerinde çok daha
güçlü olan akrabalık bağları ve geniş aile yapısı kentte zayıflamaktadır. Ya da
böyle olması beklenir. Ancak yoğun göçler nedeniyle aynı yerden göç eden
insanlar kentlerdeki aynı bölgelere yerleşerek, kentin ezici yapısına karşı birbirilerine
dayanarak karşı koymaya çalışmışlar, göç ettikleri yerlerdeki yaşamsal
değerlerini aynen devam ettirmişlerdir.
Son dönemlerde yukarıda sözünü ettiğimiz gibi 90’lı yıllarda
göçle gelen kültür baskını altına giren kent kültürü, yavaş yavaş kendine
gelmeye başlayarak, kaybettiklerini geri alma savaşına girmiştir.
Kültürün en önemli özelliği kolay etkilenebilirliğidir. Bu
özellik yeni dönüşümlerin oluşurulması adına iyi yanını oluştursa da kötü
etkiler karşısında kendisini yozlaştıracak evrensel düzeyin altına düşürecek
evrensel boyutlardan koparacak etkilere de açıktır.
Kültürün önemli paydaşlarından birini sanat oluşturmaktadır.
Sanat toplumun değerlerini belirleyebilmesinde önemli bir gereksinimdir. Çünkü
Sanat kavramı adı altında sunulanlar toplum bireyleri tarafından “iyi”
niteliğiyle algılanacak ve bu bireyler kendi değerlerini iyi olduğunu
düşündükleri bu değerlere göre ayarlayacaklardır.
Sanat ile toplum arasındaki ilişkinin doğru biçimde
gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu ilişkinin doğru biçimde gerçekleşmesinin
temelinde ise sanat olgusunun doğru tanımı yatmaktadır.
Zaman zaman toplum içerisinde bir sanat hareketi var
sayılabilir. Fakat bu hareketlilik spekülasyonların bir sonucu olarak
gerçekleşir. Bu spekülasyonun temelinde para konusu yatmaktadır. Böylece para
sorunu sanat sorununa karışmış hale gelmektedir. Para’yı en üst değer haline
getiren ekonomik sisteme sahip toplumlarda sanat olgusunun da bu etki altında
kalmasına şaşırılmamalıdır.
Sanat ekmek ve su gibi gereklidir. Sanat günlük yaşamın
ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Yaşamın içinden çıkan bir insan etkinliği
olarak sanatın, insanlıkla yaşıt olduğu söylenmektedir. Ancak sanatın bir olgu
olarak farkına varılması, tanımlama ve tanıma süreci ise Platon ile birlikte
yaklaşık 2500 yıl öncesine dayanmaktadır. Platon’ dan itibaren farklı
kültürlerden, farklı disiplin ve kesimlerden sanatın tanımlaması ve
sınıflandırılması konusunda birçok düşünce üretilmiştir.
Bu doğrultuda yapılan kategorik yaklaşımların temelini,
bilgi teorisi yöntemleri oluşturmaktadır. Antik dönemden itibaren bilgi
teorisinin yöntemleri ile gerçekleştirilen sanatı anlama ve tanıma çabaları
bilimsel tavra ait olan “gelişme” ifadesinin sanat için kullanılmasına neden
olmuştur. Sürekliliğin, gelişmeyi içeren bir sonucu ortaya çıkarmasını bekleyen
bilim için “gelişme” ifadesi doğaldır. Çünkü bilim içinde, insan ile nesne
arasındaki ilişki ve süreç; algı, gözlem, deneme ve sınama olarak
gerçekleşirken; Sanat içinde görme, sezme ve yaratma şeklinde
gerçekleşmektedir. Bu çerçevede, bilimsel disiplin içinde kavranılan şey genel,
sanatta ise kavranılan tamamen öznel ve bireyseldir.
Sanatın tanımlanması ve sınıflandırılması sorunu; ne sanatın
ne de sanatçının sorunudur. Ancak, bilgi teorisi çerçevesinde hareket ederek
sanatı inceleyen bilimler belli kalıplar ortaya koymaktadır. Bu kalıplar hem
toplum bireyleri hem de sanatçılar üzerinde olumsuz etkiler oluşturmaktadır.
Toplum bireyleri, sanatı inceleyen bilimlerin ortaya koyduğu veriler ve bu
veriler çerçevesinde yapılan sanat sınıflamaları ile sanat olarak nitelenen
şeyleri tanır. Bu tanıma, ‘değer’ olanı bilmeye neden olur ve bu şekilde değer
olanı bilecek olan bireyler, bu ‘değeri’ yaşamlarına dahil edeceklerdir. Diğer
yandan sanatçılar üzerinde baskı oluşacak ve bu baskı sınırlılık getirecektir.
Sanatın yapısına aykırı olan sınırlılık nedeniyle sanatın sahip olduğu ifade
zenginliğinden habersiz olunacağından, sanatçı şartlanmışlıktan kurtulamayacağı
için yüksek benliğe ulaşması mümkün olmayacaktır.
Bu sorun, Platon’dan bu yana tarihsel süreç içerisinde
gelişen, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve sanat tarihi gibi bilimlerin kendi
disiplinleri çerçevesinde ortaya koydukları bir sorun olmuştur.
Sanatı inceleyen bilimlerin her biri, sanatın unsurlarından,
yani sanatçı, sanat eseri ya da alıcıdan birini seçerek incelemişlerdir.
Örneğin, sanatçı psikoloji biliminin, sanat eseri sanat tarihi ve felsefenin,
alıcı ise sosyoloji biliminin incelemek üzere seçtiği sanata ilişkin
unsurlardır.
Ancak bu bilimsel disiplinlerin, incelemek üzere seçtikleri
sanata ilişkin unsurlardan hareketle sanatı tanımlamaya çalışmalarına karşın,
ortak bir tanımda buluşamadıkları görülmektedir. Bunun nedeni, her disiplinin
kendi bakış açısından bir tanımlamayı ortaya koymasıdır. Dolayısıyla, sanatın
tanımlanmasında ortaya çıkan bu karışıklık sanat sınıflaması ile ilgili
sorunlar yarattığı gibi, sanatı doğru tanımaya ihtiyaçları olan toplum
bireyleri üzerinde de olumsuz etkilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu
aşamada, sanatın tanımlanması görevinin; sanatı inceleyen farklı bilimsel
disiplinler yerine, bu disiplinlerin incelemeleri sonrasında ortaya koyduğu
verileri senteze ulaştıran yöntemleri geliştirebilecek ve bu sentez
çerçevesinde sanatın tanımlamasını yapabilecek; ortak bir disipline verilmesi
gerektiği düşünülmektedir. Bu disiplin Sanat Teorisi olmalıdır.
Henüz yeterince farkedilmeyen Sanat Teorisi dünyada ve
Türkiye’de yeni yeni yerine oturmaktadır. Ancak, bu güne kadar yukarıda sözünü
ettiğimiz bilimsel disiplinlerin, anlayışları çerçevesinde farklı yaklaşımlar
sergilemeleri nedeniyle sanat tanımlarında olduğu gibi sanat sınıflamalarında
da çeşitlilik yaşanmaktadır.
Antik dönemde ortaya çıkan bu sanat sınıflamasının temel
amacı, insan tarafından yapılanı doğal olandan ayırmaktır. Ancak yarar amacı
taşıyan nesneler ile hiç bir şekilde çıkar gözetmeksizin yalnızca hoşlanmak
amacıyla seyredilmek üzere üretilen nesneleri birbirinden ayırmak için rönesans
döneminde başlayan çaba, 18. Yüzyılda “güzel sanatlar” ifadesi ile temel bir
ayrıma ulaşmıştır. Burada ortaya konulan çaba antik dönemden farklı olarak,
sanat ile zanaat ifadesinin karşılığı olan uygulamaları ve bu uygulamalar
sonrasında ortaya çıkacak nesneleri birbirinden ayırmaktır. Bu bağlamda Kant ve
Hegel sanat adına yaşanacak sürecin temelinde özgürlük bulunduğunu
vurgulamaktadır.
Buradan da anlaşılacağı gibi sanat, özgürlüğü kısıtlayacak
hiç bir sınırı kabul edemez. Önceden belirlenmiş herhangi bir işlev yada amaç,
sanatsal süreç içerisinde üretilen sanat nesnesi açısından baskı
oluşturmaktadır. Dolayısıyla baskı altında yaşanan süreci sanat olarak
adlandıramayız.
Bu anlayış çerçevesinde sanatı şöyle tanımlayabiliriz:
“Sanat, insanın yüksek benliğinin devingen bir süreç sonrasında bir başka
boyutta varolmasıdır. Bu varoluşun göstergesi sanat nesnesidir.”
Nilgün Kırcıoğlu’nun “sanat yalnızca yapılır. O, ancak
yapıldıktan sonra bir şeydir” saptamasını dikkatle ele almak gerekmektedir.
Buna göre sanat; nesnesi olduğu için vardır. Nesnesi yoksa,
yoktur. Bu nedenle yapılacak sınıflamanın nesnenin özelliklerinden hareketle
yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla ilgili her türlü unsurdan söz etmenin
temelinde sanat nesnesi yatmaktadır. Yani bir ressam, heykeltıraş ya da
bestekarın sanatçı kimliğini kazanabilmesi için, yaptığı nesnenin, sanat
nesnesi özelliğini taşıması gerekmektedir.
Ayrıca Mimesis’ten Kathersis’e, kavramsallaşmış içerikten
günümüze ulaşan sanata ilişkin söylemlerin temelinde sanat nesnesi
yatmaktadır.Sanat tarihi biliminin kendi disiplini çerçevesinde ortaya koyduğu
yaklaşım, Sanat olgusunun toplum bireyleri tarafından tanınması konusunda
tahribat oluşturmaktadır. Bu tahribat sonucunda, “Mutlu Olma Sanatı” ; “Sevme
Sanatı” , “Güzel ve Etkili Konuşma Sanatı” , “Yönetim Sanatı” v.b. gibi çalışmalarda
olduğu gibi bir işin iyi yapılabilirliğini sanat olarak niteleyen kitap
isimleri karşımıza çıkmaktadır.
Sanatın ne olduğu, sanatın sınıflandırması v.b. konular ne
toplumun ne de sanatçının sorunu değildir. Sanatı inceleyen bir çok bilim
içerisinde salt nesneyi temel alarak sanatı kavramaya çalışan “Sanat
Tarihi’dir.” Sanat Tarihi de diğer bilimler gibi genel ve tipik olanı
kavramaktadır. Dolayısıyla bir genelleme ve tiplemeyi ortaya koymaktadır.Buna
göre, nesnesi resim olan bir süreci RESİM SANATI olarak adlandırmaktadır. Böyle
bir ayrımlamanın günümüze yansıması olarak; üretilen her resmin sanat eseri; bu
nesneyi üreten her ressamın da sanatçı olarak algılanmasına neden olmaktadır.
Böyle bir yaklaşımın ortaya koyduğu çarpık anlayışın
örneklerini yayın organlarında, broşürlerde ya da kataloglarda görebiliyoruz.
Bugün sayıları oldukça fazla olan galerilerde açılan her sergi sahibi, bu
sergilerle ilgili haber yazılarında, broşür ve kataloglarda sanatçı olarak
tanıtılmakta ve sergilenen her nesne sanat eseri olarak nitelenmektedir.
Burada olduğu gibi, kullanılma amacı, hammadde ve teknikten
hareketle yapılan sınıflamanın nedenini materyalist sanat yönteminde bulmamız
mümkündür. Materyalist sanat yöntemine göre ilkel bir sanat yapıtı, kullanılma
amacı, hammadde ve teknikten oluşan üç etkenin ürünüdür. Bunları temel alarak
sanat sınıflamasının yapılması ile, “sanat” kelimesi, iyi yapabilirlik ifadesi
ile özdeş hale gelmektedir. Yani herhangi bir işin yada nesnenin iyi
yapılabilmesine “sanat” nitelemesi yapılmaktadır. Böyle olunca “SANAT”
olgusunun ifadesini bulduğu eylem ya da nesnenin ne olduğu konusunda karışıklık
ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu karışıklığın ortadan kalkması için
öncelikle, kullanım amacını, hammaddeyi ya da tekniği temel alarak yapılacak
sanat sınıflamasından kurtulmamız gerekecektir. Çünkü bu üç unsur sanat olarak
adlandırılan sürecin ikincil, üçüncül etkenleridir. Bu nedenle sanatçının
seçimi olan birincil etkeni ortaya çıkarıp, bunları temel alarak sınıflamanın
yapılması gerekmektedir
Yukarıda aktarılmaya çalışılan sanat sınıflama çabalarının,
toplum bireyleri üzerinde, sanatın tanınması konusunda oluşacak olumsuz
etkilerin temel nedeni olduğu düşünülmektedir. Toplumumuzun bugünkü durumu,
olumsuz etkiler sonrasında ortaya çıkan yapının açık örneğini oluşturmaktadır.
Sanatı sınıflamaya çalışan bilimsel disiplinler, gerçek
yanlışı sanatı sınıflamaya çalışarak yapmışlardır. Bilgi teorisi çerçevesinde
ele aldıkları “Sanat”ın olgu olduğunu gözardı etmişlerdir. Bu nedenle, olgu
olan sanat, bilgi teorisi çerçevesinde ele alındığında nesnel gerçeklik
boyutunda algılanmaktadır. Buradan hareketle “sanat yapmak” ya da “sanatı
almak” gibi ifadelerle ilişkilendirilen sanatın, toplum bireyleri tarafından
tanınması konusunda sorun yaşanmaktadır. Dolayısıyla, sanatı sınıflama
çabasından vazgeçmemiz gerekmektedir. Bu çabalar devam ettiği sürece, bugün bir
çok üniversitede fakülte adı olarak kullanılan “Güzel Sanatlar” ifadesi, yanlış
olmasına rağmen kullanılmaya devam edecektir.
Sınıflandırma, sanatın kendisi ile değil, varoluş boyutu ile
ilgilidir. Sanatın tanımı içerisindeki varoluş ifadesi, varetmeyi içermektedir.
Varetme; devingen süreç içerisindeki insan ile ilişkilidir. İnsan bu süreç
içinde yüksek benliğini varetmek amacıyla farklı yollar izlemektedir.
Sınıflandırılması gereken Var Etme Yolları’dır. Bilgi teorisi çerçevesinde
yapılacak bir sınıflandırma ancak şöyle yapılabilir: (1) Yüzeyde Var etme, (2)
Hacimle Var etme, (3) Sesle Var etme, (4) Sözle Var etme ve (5) Bedenle Var
etme.
Yapılan bu sınıflama ile ortaya konulan var etme yollarının
her birinde kendine özgü yöntem, teknik ve malzeme kullanmaktadır. Her yolda
yaşanan var etme süreçleri sonrasında o yola özgü bir nesne ortaya çıkmaktadır.
Bu aşamada şunu belirtmek gerekmektedir. Yukarıda “sanat
sınır kabul etmez” demiştik. Yapılan bu sınıflamada sınır olup olmadığı konusu
şüphe oluşturabilir. Ancak sınıflama sırasında temel alınan unsurları ‘var
etme’ sürecine girmeden önce sanatçı seçmektedir. Bu seçimi yapmadan önce
sanatçı en iyi süreci ve bu süreç sonunda ulaşılacağı sonucu kestirmiş
olmalıdır. Belki süreç içerisinde bir çok sorunla karşılaşabilir ama bunları
aşmak zorundadır. Dolayısıyla sanata ilişkin her süreçte, inanç ile şüphe
arasındaki diyalektik ilişki yaşanmalıdır. Bu durum yaratmanın temel
paradoksudur.Sanata ilişkin var etme süreci yaşayan sanatçı, sürecin başından
itibaren özgürdür.
Sonuç olarak, TürkiyeCumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik
yapısının biçimlenmesinde iç göçün etkileri rededilemez bir gerçektir. Bu durum
popülizmin beraberinde sanat olgusunun da bu popülizme alet etme anlayışını
ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak yeterince dikkatli davranılmaması
sonrasında, sanat olgusu içerisinde değerlendirilemeyecek çalışmalar “sanat”,
bu çalışmalar içinde bulunan bireyler de “sanatçı” olarak gösterilmiştir.
Bundan dolayı toplum bireyleri, ortaya çıkan “sanat” ve “sanatçı”
kavramlarından hareketle değerlerini oluşturmaktadır. Ancak sunulanların
değersizliği, toplum bireylerinin değerlerini değersizleştirmekte ve toplumun “
yoz kültür “ egemenliği altına girmesine neden olmaktadır.
KAYNAKÇA
Alaın, (Çev: Dr. Ayda Yörüken). Mutlu Olma Sanatı Ankara
1990
Aritotales, (Çev.İsmail Tunalı). Poetika, İstanbul, 1995
Aytürk, Nihat. Yönetim Sanatı, Ankara
Baynes,Ken (çev.Y.Atılgan). Toplumda Sanat , İstanbul 2002,
s.197
Bozkurt, Nejat. Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul, 1992
Büyükarda,Berrak. “Değişen ve Gelişen Çevrede İnsan
Faktörü”, Sanat Yazıları VII, Anakara 1998, S.31-33,
From, Eric (Çev. Ergin Ayrıkçı). Sevme Sanatı ,Ankara 1999
Gönülal,Özand. “Sanat Sınıflaması ve Toplumsal Çevre
Üzerindeki Etkisi”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi www.e-sosder.com
ISSN:1304-0278 Ekim 2004 C.3 S. 10 (54-62)
Kırcıoğlu, Nilgün. ”Sanat Üzerine”, Sanat Tartışmaları,
s.1-11, S.B.F., Ankara,1981
Kongar,Emre. 21. Yüzyılda Türkiye, İst.2001
Kortun Vasıf-Erden Kosova, “Göç”
http://ofsaytamagol.blogspot.com/2007/06/migration.html,
May, Rollo. Yaratma Cesareti, İstanbul, 1992
Mengüşoğlu, Takıyyettin. Felsefeye Giriş, İstanbul 2000,
Özdemir, Emin. Güzel ve Etkili Konuşma Sanatı, İstanbul 2000
Plehanov, Georgi. Sanat ve Toplumsal Hayat, İstanbul 1987,
s.102
Plehanov Georgi-Jean Freville, Sosyalist Gözle Sanat ve
Toplum, İstanbul 1974
Read, Herbert. Sanat ve Toplum, İstanbul 1967, s.140
Sözen, Metin ve Uğur Tanyeli. Sanat Sözlüğü, İstanbul, 1992
Tunalı, İsmail. Estetik, İstanbul, 1999
Tansuğ, Sezer. Sanatın Görsel Dili, İstanbul, 1988
Timuçin,Afşar. “Sağlıksız Kentleşme Olgusunun Sanata
Etkileri” İstanbul 1979 s.58 (Afşar Timuçin'in 28/11/1979. günü İstanbul'da
FilarmoniDerneği'nde yaptığı konuşma metni),
http://www.felsefelik.com/felsefedergisi/1980-10/053-061.pdf
Williams, Raymond (Çev. Suavi Aydın). Kültür, Ankara,1993.
Worringer, Wilhelm (Çev.İsmail Tunalı). Soyutlama ve Özdeşleyim,
İstanbul, 1985.
Yorumlar
Yorum Gönder