Sanat Kavramı İle İç Göç İlişkisi Üzerine Düşünceler Dr.Özand Gönülal
Sanat Kavramı İle İç Göç İlişkisi Üzerine Düşünceler
Sanat ve göç
insan varlığının yaşamsal süreci içerisinde sürekli var olan olgulardır. Göç
olgusu temelinde sosyal bir hareket olmasına karşın ekonomik yaşamdan kültüre
kadar yaşamın her yönünü etkileyen temel değişim aracıdır. Sanat olgusu ise
insan varlığının öznel bir tavrı olmasına karşın, o öznel tavrın oluşmasında
toplumsal yapının etkisi ret edilemez bir gerçekliktir. Dolayısıyla toplum
yapısının biçimlenmesinde etkisi olan göç olgusunun doğrudan ya da dolaylı
olarak sanat olgusu üzerinde etkisi söz konusudur.
Bu bildiri
çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti’ n de gerçekleşen göç hareketlerinin nedenleri,
göç hareketleri sonrasında gerçekleşen sosyo-ekonomik değişimler, bunların
sosyolojik sonuçları ve çözümleri için neler yapılmalı gibi noktalarda herhangi
bir sorgulama yapılmayacaktır. Bu bildirinin temel amacı son 50 yılda
Türkiye’de çok ciddi boyutlarda kırsal kesimden kente yönelik olarak
gerçekleşen göç sonrasında biçimlenen toplumsal ve kişisel kimliklerin sanat
olgusu ile ilişkilerini irdelemek; bu ilişkinin doğru kurulabilmesinin yolunun
nasıl olduğu sorgusunu yapmaktır.
Türkiye
Cumhuriyeti’ nin sosyo-ekonomik yapısının
biçimlenmesinde iç göçün etkisi ret edilemez bir gerçektir. Bu etki sanat
kavramının farklı biçimlerde algılanmasına ve buna bağlı olarak farklı
biçimlerde tanımlanmasına neden olmuştur. Bu durum sanat olgusunu da popülizme alet etme
anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak yeterince dikkatli
davranılmaması sonrasında sanat olgusu içerisinde değerlendirilemeyecek
çalışmalar “sanat”, bu çalışmalar içinde bulunan bireylerde “sanatçı” kavramlarıyla tanımlanarak, toplum
bireylerinin bundan hareketle değerlerini
oluşturmaya yönlendirilmiştir. Ancak sunulanların değersizliği, toplum
bireylerinin değerlerini değersiz hale getirmekte ve toplumun yoz kültür egemenliği
altına girmesine neden olmaktadır.
Göç konusunu son yıllarda bir çok sanatçının
sanata ilişkin yaratma süreçlerinde kullandıkları görülmektedir. Bunlara ait
çalışmaları çeşitli etkinliklerde görmek mümkün olmaktadır. Ancak bu çalışmalar
özellikle göç sonrası kentlere yerleşen insanların kimliksizleşme, yeni
kimlikler kazanma ya da yabancılaşma süreçlerinin bir saptaması ve buna dikkat
çekmesi doğrultusunda gerçekleşmektedir. [1]
Dolayısıyla yaratma süreçleri sonrasında
ortaya çıkan eserlerde yansıyan göç bu eserler için konu olmaktan öteye
gitmemektedir. Ya da gerçekte bildiğimiz şeyleri farklı bakış açılarıyla dikkat
çekmek amacıyla yeniden ortaya koymaktır.
Ancak
sanat kavramı, toplumun ve toplum bireylerinin “ kalitesinin” belirlenmesinde
önemli bir etkisi olan yaratma süreçlerini ve bu yaratma süreçlerinde gerçekleşen
biçimlenmeleride ifade etmektedir. Dolayısıyla toplum bireyleri tarafından
tanınmaz olan sanat kavramı olgusal değişimleri sergilemekte bu değişimler
zayıf değerler karşısında yoz kültürün egemen olmasına neden olmaktadır.
Bu
durumu şöyle açıklayabiliriz; Kırsal kesimde sömürüye dayanan değil, değerler
ortaklığı üzerine kurulan bir toplumsal sözleşme egemendir. Ancak tüm bunlar
sanayi devrimiyle birlikte yıkılmıştır.[2] Sanayileşmenin
beraberinde getirdiği durağan toplum yerine değişen bir topluma geçiş, kimlik boyutunu
da etkilemektedir.[3] Dolayısıyla sanat gerçek yeniliği sunmanın
yanında zaman zaman paylaşılan yaşantıların ifadesi ve simgesi haline
dönüşmüştür.
Türkiye’de
devlet, göçlerin yönlendirilmesine müdahil olmamış, daha çok gelişmeler
karşısında günlük politikalar ve siyasi müdahalelerle yetinme durumunda kalmış
hatta zaman zaman uyguladığı politikalar nedeniyle göç tetiklenmiştir. Böylece
göç edenlerin geldikleri kentlerde başlarının çaresine bakmak zorunda kalmaları
sonucunda gecekondu bölgeleri oluşmuş ve bu nedenle kentlerimiz büyük bir köy
haline gelmiş, köy yaşamında görülen gündelik yaşam manzaraları, olağan
görüntüler haline dönüşmüştür.[4]
1960’ lı
yıllarda Haldun Taner’in yarattığı Keşanlı Ali ve 1970’ li yıllarda Yılmaz
Güney’in sergilediği tiplemeler, büyük kentlerdeki gecekondu bölgelerinde
yaratılan mitosların kahramanları olarak karşımıza çıkarken, günümüzde bunun
örneklerini oluşturan “Deli Yürek” ,
“Kurtlar Vadisi” ve “Pusat” adlı dizilerdeki kahramanlar da benzer profilleri
ortaya koymaktadır.Bir zamanlar aşağı kültür olarak görülen ya da görmezden
gelinen arabesk olgusu Türk Popu’ nun[5]
patlaması yardımıyla 90’lı yıllar boyunca kent kültürü içine eklenmiştir.
Aslında oturmuş ve klasikleşmiş kültürler zaman içerisinde kendi dinamiklerini
yıpratarak iyi ya da kötü irdelemesi yapmadan, herhangi bir nedenle ortaya
çıkan yeni oluşumlar karşısında sağlam bir direnişle duramayıp değişmeye ve
hatta yozlaşmaya başlar ki; Bunu tarihsel süreç içerisinde Gotik dönemin sonunda
antik dünyadan hareketle biçimlenen Rönesans anlayışında, daha sonra maniyerist
süreçle değişerek ortaya çıkan ikinci klasik Barok Üslupta, Barok Üslubun
değişimiyle ortaya çıkan Rokoko
sonrasında yine antik kültürden hareketle Neoklasik dönem gibi yeni bir
devinime giren süreçlerde görebiliriz. Dolayısıyla sanat tarihi çerçevesinde
ele aldığımız bir çok kültürde klasik ve klasikten sonra gelişen bozulmadan
sonra yeniden klasik sürecin yaşandığını görebiliriz
Dolayısıyla
Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren batı normları çerçevesinde
biçimlenen kent kültürü göçler sayesinde farklı kültür değerleriyle
karşılanınca önce bunu yadırgamıştır. Süreç içerisinde, göçenlerin şiveleri
kentliler için aralarında yapılan espirilere bir malzeme haline dönüşerek
kanıksanmaya başlanmış, gündelik yaşantı içinde yeni bir tad, yeni konuşma
biçimi ve ilişkiler zaman içinde kentlileri etkisi altına alarak dönüştürücü
bir güç haline gelmiştir.[6]
Büyük
kentlerin insanlar arasındaki temel bağların zayıflamasına neden olduğu bir
gerçektir. Kırsal yerleşim birimlerinde çok daha güçlü olan akrabalık bağları
ve geniş aile yapısı kentte zayıflamaktadır.[7] Ya da
böyle olması beklenir. Ancak yoğun göçler nedeniyle aynı yerden göç eden
insanlar kentlerdeki aynı bölgelere yerleşerek,
kentin ezici yapısına karşı birbirlerine dayanarak karşı koymaya
çalışmışlar, göç ettikleri yerlerdeki yaşamsal değerlerini aynen devam
ettirmişlerdir.
Son
dönemlerde yukarıda sözünü ettiğimiz gibi 90’lı yıllarda göçle gelen kültür
baskını altına giren kent kültürü, yavaş yavaş kendine gelmeye başlayarak,
kaybettiklerini geri alma savaşına girmiştir.[8]
Kültürün
en önemli özelliği kolay etkilenmesidir. Bu özellik yeni dönüşümlerin
oluşturulması adına iyi yanını oluştursa
da kötü etkiler karşısında kendisini yozlaştıracak evrensel düzeyin altına
düşürecek evrensel boyutlardan koparacak etkilere de açıktır.[9]
Kültürün
önemli paydaşlarından birini sanat oluşturmaktadır. Sanat toplumun değerlerini
belirlemesinde önemli bir gereksinimdir. Çünkü Sanat kavramı adı altında
sunulanlar toplum bireyleri tarafından “iyi” niteliğiyle algılanacak ve bu
bireyler kendi değerlerini iyi olduğunu düşündükleri bu değerlere göre
ayarlayacaklardır.
Sanat
ile toplum arasındaki ilişkinin doğru biçimde gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu
ilişkinin doğru biçimde gerçekleşmesinin temelinde ise sanat olgusunun doğru
tanımı yatmaktadır.
Zaman
zaman toplum içerisinde bir sanat hareketi var sayılabilir. Fakat bu hareketlilik
spekülasyonların bir sonucu olarak gerçekleşir. Bu spekülasyonun temelinde para
konusu yatmaktadır. Böylece para sorunu sanat sorununa karışmış hale
gelmektedir.[10] Para’yı en üst değer
haline getiren ekonomik sisteme sahip toplumlarda sanat olgusunun da bu etki
altında kalmasına şaşırmamak gerekir.[11]
Sanat
ekmek ve su gibi gereklidir.[12]
Sanat günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Yaşamın içinden çıkan bir
insan etkinliği olarak sanatın, insanlıkla yaşıt olduğu söylenmektedir. Ancak
sanatın bir olgu olarak farkına varılması, tanımlama ve tanıma süreci ise
Platon ile birlikte yaklaşık 2500 yıl öncesine dayanmaktadır. Platon’ dan
itibaren farklı kültürlerden, farklı disiplin ve kesimlerden sanatın
tanımlaması ve sınıflandırılması konusunda birçok düşünce üretilmiştir.
Bu doğrultuda
yapılan kategorik yaklaşımların temelini, bilgi teorisi yöntemleri
oluşturmaktadır. Antik dönemden itibaren bilgi teorisinin yöntemleri ile
gerçekleştirilen sanatı anlama ve tanıma çabaları bilimsel tavra ait olan
“gelişme” ifadesinin sanat için kullanılmasına neden olmuştur. Sürekliliğin,
gelişmeyi içeren bir sonucu ortaya çıkarmasını bekleyen bilim için “gelişme”
ifadesi doğaldır. Çünkü bilim içinde, insan ile nesne arasındaki ilişki ve
süreç; algı, gözlem, deneme ve sınama olarak gerçekleşirken; Sanat içinde
görme, sezme ve yaratma şeklinde gerçekleşmektedir.[13]Bu
çerçevede, bilimsel disiplin içinde kavranılan şey genel, sanatta ise
kavranılan tamamen öznel ve bireyseldir.
Sanatın
tanımlanması ve sınıflandırılması sorunu; ne sanatın ne de sanatçının
sorunudur. Ancak, bilgi teorisi çerçevesinde hareket ederek sanatı inceleyen
bilimler belli kalıplar ortaya koymaktadır. Bu kalıplar hem toplum bireyleri
hem de sanatçılar üzerinde olumsuz etkiler oluşturmaktadır. Toplum bireyleri,
sanatı inceleyen bilimlerin ortaya koyduğu veriler ve bu veriler çerçevesinde
yapılan sanat sınıflamaları ile sanat olarak nitelenen şeyleri tanır. Bu
tanıma, ‘değer’ olanı bilmeye neden olur ve bu şekilde değer olanı bilecek olan
bireyler, bu ‘değeri’ yaşamlarına dahil edeceklerdir. Diğer yandan sanatçılar
üzerinde baskı oluşacak ve bu baskı sınırlılık getirecektir. Sanatın yapısına
aykırı olan sınırlılık nedeniyle sanatın sahip olduğu ifade zenginliğinden
habersiz olunacağından, sanatçı şartlanmışlıktan kurtulamayacağı için yüksek
benliğe ulaşması mümkün olmayacaktır.
Bu sorun, Platon’dan bu yana
tarihsel süreç içerisinde gelişen, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve sanat
tarihi gibi bilimlerin kendi disiplinleri çerçevesinde ortaya koydukları bir
sorun olmuştur.
Sanatı
inceleyen bilimlerin her biri, sanatın unsurlarından, yani sanatçı, sanat eseri
ya da alıcıdan birini seçerek incelemişlerdir. Örneğin, sanatçı psikoloji
biliminin, sanat eseri sanat tarihi ve felsefenin, alıcı ise sosyoloji
biliminin incelemek üzere seçtiği sanata ilişkin unsurlardır.
Ancak bu
bilimsel disiplinlerin, incelemek üzere seçtikleri sanata ilişkin unsurlardan
hareketle sanatı tanımlamaya çalışmalarına karşın, ortak bir tanımda
buluşamadıkları görülmektedir. Bunun nedeni, her disiplinin kendi bakış
açısından bir tanımlamayı ortaya koymasıdır. Dolayısıyla, sanatın
tanımlanmasında ortaya çıkan bu karışıklık sanat sınıflaması ile ilgili
sorunlar yarattığı gibi, sanatı doğru tanımaya ihtiyaçları olan toplum
bireyleri üzerinde de olumsuz etkilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu
aşamada, sanatın tanımlanması görevinin; sanatı inceleyen farklı bilimsel
disiplinler yerine, bu disiplinlerin incelemeleri sonrasında ortaya koyduğu
verileri senteze ulaştıran yöntemleri geliştirebilecek ve bu sentez
çerçevesinde sanatın tanımlamasını yapabilecek; ortak bir disipline verilmesi
gerektiği düşünülmektedir. Bu disiplin
Sanat Teorisi olmalıdır.
Henüz
yeterince farkedilmeyen Sanat Teorisi dünyada ve Türkiye’de yeni yeni yerine
oturmaktadır. Ancak, bu güne kadar yukarıda sözünü ettiğimiz bilimsel
disiplinlerin, anlayışları çerçevesinde farklı yaklaşımlar sergilemeleri
nedeniyle sanat tanımlarında olduğu gibi sanat sınıflamalarında da çeşitlilik
yaşanmaktadır.[14]
Antik dönemde ortaya çıkan bu sanat
sınıflamasının temel amacı, insan tarafından yapılanı doğal olandan ayırmaktır.
Ancak yarar amacı taşıyan nesneler ile hiç bir şekilde çıkar gözetmeksizin
yalnızca hoşlanmak amacıyla seyredilmek üzere üretilen nesneleri birbirinden
ayırmak için rönesans döneminde başlayan çaba, 18. Yüzyılda “güzel sanatlar”
ifadesi ile temel bir ayrıma ulaşmıştır.[15] Burada ortaya konulan çaba antik dönemden
farklı olarak, sanat ile zanaat ifadesinin karşılığı olan uygulamaları ve bu
uygulamalar sonrasında ortaya çıkacak nesneleri birbirinden ayırmaktır. Bu
bağlamda Kant ve Hegel sanat adına yaşanacak sürecin temelinde özgürlük bulunduğunu vurgulamaktadır.
Buradan da
anlaşılacağı gibi sanat, özgürlüğü kısıtlayacak hiç bir sınırı kabul edemez.
Önceden belirlenmiş herhangi bir işlev yada amaç, sanatsal süreç içerisinde
üretilen sanat nesnesi açısından baskı oluşturmaktadır. Dolayısıyla baskı
altında yaşanan süreci sanat olarak adlandıramayız.
Bu anlayış
çerçevesinde sanatı şöyle tanımlayabiliriz: “Sanat, insanın yüksek benliğinin
devingen bir süreç sonrasında bir başka boyutta var olmasıdır. Bu varoluşun
göstergesi sanat nesnesidir.”
Nilgün
Kırcıoğlu’nun “sanat yalnızca yapılır. O, ancak yapıldıktan sonra bir
şeydir” saptamasını dikkatle ele almak
gerekmektedir.[16]
Buna göre
sanat; nesnesi olduğu için vardır. Nesnesi yoksa, yoktur.[17] Bu nedenle yapılacak sınıflamanın nesnenin
özelliklerinden hareketle yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla ilgili her türlü
unsurdan söz etmenin temelinde sanat nesnesi yatmaktadır. Yani bir ressam,
heykeltıraş ya da bestekarın sanatçı kimliğini kazanabilmesi için, yaptığı
nesnenin, sanat nesnesi özelliğini taşıması gerekmektedir.
Ayrıca Mimesis’ten
Kathersis’e, kavramsallaşmış içerikten günümüze ulaşan sanata ilişkin
söylemlerin temelinde sanat nesnesi yatmaktadır.Sanat tarihi biliminin kendi
disiplini çerçevesinde ortaya koyduğu yaklaşım, Sanat olgusunun toplum
bireyleri tarafından tanınması konusunda
tahribat oluşturmaktadır. Bu tahribat sonucunda, “Mutlu Olma Sanatı”[18] ;
“Sevme Sanatı”[19] , “Güzel ve Etkili
Konuşma Sanatı”[20] , “Yönetim Sanatı”[21] v.b. gibi çalışmalarda olduğu gibi bir işin
iyi yapılabilirliğini sanat olarak niteleyen kitap isimleri karşımıza
çıkmaktadır.
Sanatın ne
olduğu, sanatın sınıflandırması v.b. konular ne toplumun ne de sanatçının
sorunu değildir. Sanatı inceleyen bir çok bilim içerisinde salt nesneyi temel
alarak sanatı kavramaya çalışan “Sanat Tarihi’dir.” Sanat Tarihi de diğer
bilimler gibi genel ve tipik olanı kavramaktadır. Dolayısıyla bir genelleme ve
tiplemeyi ortaya koymaktadır.Buna göre, nesnesi resim olan bir süreci RESİM SANATI olarak
adlandırmaktadır. Böyle bir ayrımlamanın günümüze yansıması olarak; üretilen
her resmin sanat eseri; bu nesneyi üreten her ressamın da sanatçı olarak algılanmasına
neden olmaktadır.
Böyle bir
yaklaşımın ortaya koyduğu çarpık anlayışın örneklerini yayın organlarında,
broşürlerde ya da kataloglarda görebiliyoruz. Bugün sayıları oldukça fazla olan
galerilerde açılan her sergi sahibi, bu sergilerle ilgili haber yazılarında,
broşür ve kataloglarda sanatçı olarak
tanıtılmakta ve sergilenen her nesne sanat eseri olarak nitelenmektedir.
Burada olduğu
gibi, kullanılma amacı, ham madde ve teknikten hareketle yapılan sınıflamanın
nedenini materyalist sanat yönteminde bulmamız mümkündür. Materyalist sanat
yöntemine göre ilkel bir sanat yapıtı, kullanılma amacı, ham madde ve teknikten
oluşan üç etkenin ürünüdür.[22] Bunları temel alarak sanat sınıflamasının
yapılması ile, “sanat” kelimesi, iyi yapabilirlik ifadesi ile özdeş hale
gelmektedir. Yani herhangi bir işin yada nesnenin iyi yapılabilmesine “sanat”
nitelemesi yapılmaktadır. Böyle olunca “SANAT” olgusunun ifadesini bulduğu
eylem ya da nesnenin ne olduğu konusunda karışıklık ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu karışıklığın ortadan
kalkması için öncelikle, kullanım amacını, ham maddeyi ya da tekniği temel
alarak yapılacak sanat sınıflamasından kurtulmamız gerekecektir. Çünkü bu üç
unsur sanat olarak adlandırılan sürecin ikincil, üçüncül etkenleridir. Bu
nedenle sanatçının seçimi olan birincil
etkeni ortaya çıkarıp, bunları temel alarak sınıflamanın yapılması
gerekmektedir
Yukarıda
aktarılmaya çalışılan sanat sınıflama çabalarının, toplum bireyleri üzerinde,
sanatın tanınması konusunda oluşacak olumsuz etkilerin temel nedeni olduğu
düşünülmektedir. Toplumumuzun bugünkü durumu, olumsuz etkiler sonrasında ortaya
çıkan yapının açık örneğini oluşturmaktadır.
Sanatı
sınıflamaya çalışan bilimsel disiplinler, gerçek yanlışı sanatı sınıflamaya
çalışarak yapmışlardır. Bilgi teorisi çerçevesinde ele aldıkları “Sanat”ın olgu
olduğunu göz ardı etmişlerdir. Bu nedenle, olgu olan sanat, bilgi teorisi
çerçevesinde ele alındığında nesnel gerçeklik boyutunda algılanmaktadır.
Buradan hareketle “sanat yapmak” ya da “sanatı almak” gibi ifadelerle
ilişkilendirilen sanatın, toplum bireyleri tarafından tanınması konusunda sorun
yaşanmaktadır. Dolayısıyla, sanatı sınıflama çabasından vazgeçmemiz
gerekmektedir. Bu çabalar devam ettiği sürece, bugün bir çok üniversitede
fakülte adı olarak kullanılan “Güzel Sanatlar” ifadesi, yanlış olmasına rağmen
kullanılmaya devam edecektir.
Sınıflandırma, sanatın kendisi
ile değil, varoluş boyutu ile ilgilidir. Sanatın tanımı içerisindeki varoluş
ifadesi, var etmeyi içermektedir. Var etme; devingen süreç içerisindeki insan ile
ilişkilidir. İnsan bu süreç içinde yüksek benliğini var etmek amacıyla farklı
yollar izlemektedir. Sınıflandırılması gereken Var Etme Yolları’dır. Bilgi
teorisi çerçevesinde yapılacak bir sınıflandırma ancak şöyle yapılabilir: (1)
Yüzeyde Var etme, (2) Hacimle Var etme, (3) Sesle Var etme, (4) Sözle Var etme
ve (5) Bedenle Var etme.
Yapılan bu
sınıflama ile ortaya konulan var etme yollarının her birinde kendine özgü
yöntem, teknik ve malzeme kullanmaktadır. Her yolda yaşanan var etme süreçleri
sonrasında o yola özgü bir nesne ortaya çıkmaktadır.
Bu aşamada
şunu belirtmek gerekmektedir. Yukarıda “sanat sınır kabul etmez” demiştik.
Yapılan bu sınıflamada sınır olup olmadığı konusu şüphe oluşturabilir. Ancak
sınıflama sırasında temel alınan unsurları ‘var etme’ sürecine girmeden önce
sanatçı seçmektedir. Bu seçimi yapmadan önce sanatçı en iyi süreci ve bu süreç
sonunda ulaşılacağı sonucu kestirmiş olmalıdır. Belki süreç içerisinde bir çok
sorunla karşılaşabilir ama bunları aşmak zorundadır. Dolayısıyla sanata ilişkin
her süreçte, inanç ile şüphe arasındaki diyalektik ilişki yaşanmalıdır.[23] Bu durum yaratmanın temel paradoksudur.Sanata
ilişkin var etme süreci yaşayan sanatçı, sürecin başından itibaren
özgürdür.
Sonuç olarak,
TürkiyeCumhuriyeti’nin sos yo-ekonomik yapısının biçimlenmesinde iç göçün
etkileri reddedilemez bir gerçektir. Bu durum popülizmin beraberinde sanat
olgusunun da bu popülizme alet etme anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu
olarak yeterince dikkatli davranılmaması
sonrasında, sanat olgusu içerisinde
değerlendirilemeyecek çalışmalar
“sanat”, bu çalışmalar içinde
bulunan bireyler de “sanatçı” olarak
gösterilmiştir. Bundan dolayı toplum bireyleri, ortaya çıkan “sanat” ve
“sanatçı” kavramlarından hareketle değerlerini oluşturmaktadır. Ancak
sunulanların değersizliği, toplum bireylerinin değerlerini değersizleştirmekte
ve toplumun “ yoz kültür “ egemenliği altına girmesine neden olmaktadır.
[2] Ken Baynes
(çev.Y.Atılgan), Toplumda Sanat , İstanbul 2002, s.197
[3] Ken Baynes, a.g.e., s.199
[4] Emre Kongar, 21.
Yüzyılda Trükiye, İst.2001, s.27
[5] Vasıf Kortun ve Erden
Kosova, “Göç” http://ofsaytamagol.blogspot.com/2007/06/migration.html,
s.1
[6] Vasıf Kortun ve Erden
Kosova, a.g.m., s.2
[7] Berrak Büyükarda, “Değişen
ve Gelişen Çevrede İnsan Faktörü”, Sanat Yazıları VII, Anakara 1998,
S.31-33,
[8] Vasıf Kortun ve Erden
Kosova, a.g.m., s.2
[9] Afşar Timuçin, “Sağlıksız
Kentleşme Olgusunun Sanata Etkileri” İstanbul 1979 s.58 (Afşar Timuçin'in 28/11/1979. günü İstanbul'da
FilarmoniDerneği'nde yaptığı konuşma metni), http://www.felsefelik.com/felsefedergisi/1980-10/053-061.pdf
[10]Georgi Plehanov, Sanat
ve Toplumsal Hayat, İstanbul 1987, s.102
[11]Georgi Plehanov, a.g.e.,
s.146
[12]Herbert Read, Sanat ve
Toplum, İstanbul 1967, s.140
[13] Takıyyettin Mengüşoğlu, Felsefeye
Giriş, İstanbul 2000, s.217
[14]Özand Gönülal, “Sanat Sınıflaması ve Toplumsal Çevre
Üzerindeki Etkisi”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi www.e-sosder.com ISSN:1304-0278 Ekim 2004
C.3 S. 10 (54-62)
[15] Nejat Bozkurt, Sanat
ve Estetik Kuramları, İstanbul, 1992, s.18
[16] Nilgün Kırcıoğlu,”Sanat
Üzerine” ,Sanat Tartışmaları, S.1-11,S.B.F.,Ankara,1981 s.3
[17] Bu konuda bkz. İsmail
Tunalı, Estetik, İstanbul,1999, s.99 v.d
[18] Alaın , (Çev: Dr. Ayda
Yörüken), Mutlu Olma Sanatı Ankara 1990
[19] Eric From, (Çev. Ergin
Ayrıkçı), Sevme Sanatı, Ankara
1999
[20] Emin Özdemir, Güzel ve Etkili Konuşma sanatı,
İstanbul 2000
[21] Nihat Aytürk, Yönetim
Sanatı, Ankara
[22] Worringer, Wilhelm (Çev.İsmail Tunalı). Soyutlama ve Özdeşleyim,
İstanbul, 1985.s.17
[23] Rollo May,Yaratma
Cesareti, İstanbul, 1992 s.47
Yorumlar
Yorum Gönder