Medyada Yozlaşan Sanat Kavramı ve Toplum Üzerindeki Etkisi / The Corrupted Concept of Art in the Media and Its Effect on the Society
Özand GÖNÜLAL*[1]
Özet
Sanat ile toplum arasındaki ilişkinin doğru biçimde gerçekleşmesinin temelinde sanat olgusunun doğru tanımlanması yatmaktadır. Sanat olgusunun doğru tanınması, sanat olgusunun doğru tanımlanmasıyla gerçekleşecektir.
Sanat ile toplum arasındaki ilişkinin doğru biçimde gerçekleşmesinin temelinde sanat olgusunun doğru tanımlanması yatmaktadır. Sanat olgusunun doğru tanınması, sanat olgusunun doğru tanımlanmasıyla gerçekleşecektir.
Ancak bir kavramın çeşitli tanımlara sahip olması, o kavramın toplum
bireyleri tarafından yeterince tanınmaması tehlikesini de beraberinde
getirecektir. Sanat kavramının tanınmaması, toplumun değerlerinin toplum
bireyleri tarafından değer olarak
algılanmasını da engelleyecektir.
Türkiye toplumu üzerinde medyanın etkisi reddedilemez bir gerçektir.
Sanat kavramının tanınmamış olmasından dolayı,
medyanın önemli bir kolunu oluşturan televizyonlarda, yeterince dikkatli davranılmaması sonrasında,
sanat olgusu içerisinde değerlendirilemeyecek
çalışmalar “sanat”, bu çalışmalar içinde bulunan bireyler de “sanatçı”
olarak gösterilmiştir. Bundan dolayı
toplum bireyleri, medyanın sunduğu “sanat” ve “sanatçı” kavramlarından
hareketle değerlerini oluşturmaktadır. Ancak sunulanların değersizliği, toplum
bireylerinin değerlerini değersizleştirmekte ve toplumun “ yoz kültür “
egemenliği altına girmesine neden olmaktadır.
Dolayısıyla
sanat kavramının tanımının yapılması için yeni önerilere, bu önerilerin
tartışılmasına ve ortak bir görüşe varılmasına gereksinim vardır. Böylece
toplum bireyleri “sanat”ı doğru tanıyabilecekler, doğru değerlerden hareketle
kendi değerlerini oluşturabileceklerdir.
Summary
The basement of accurately eventuating the relationship between art and
society is to accurately define the concept of art. To accurately acknowledge
the concept of art, the definition of art should be clarified.
It is obvious that media has a significant effect on Turkish society.
Because of the concept of art has not defined accurately and of the careless
behavior of people, on the televisions –which is an important branch of media-
some studies which cannot be assessed in the art concept are indicated as
“art”, people who works in these studies are indicated as “artist”. However,
the insignificant studies make the tradition of the individuals worthless and
cause the values of community become “corrupted culture”.
Therefore, new suggestions, discussions about these suggestions and as a
result, forming a common point of view are needed to redefine the concept of
art. With the help of this way, individuals will be able to correctly
acknowledge the “art” and from accurate values, they will be able to construct
their own values. The quality of the society will be increased by accurate
definition of “art” and by comprehending this concept well.
Sanat olgusu insan varlığının öznel bir tavrı olmasına karşın, o öznel
tavrın oluşmasında toplumsal yapının etkisi rededilemez bir gerçekliktir.
Dolayısıyla toplum yapısının biçimlenmesinde doğrudan ya da dolaylı olarak etkisi
olan medyanın, sanat olgusu üzerinde etkisi sözkonusudur.
Bu makale çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti’nde 70 li yıllardan itibaren gerçekleşen
ve 12 Eylül 1980 sonrası hız kazanan sosyo-ekonomik değişimler, bunların
sosyolojik sonuçları ve çözümleri için neler yapılmalı gibi noktalarda herhangi
bir sorgulama yapılmayacaktır. Bu makalenin temel amacı Türkiye’de 70 li
yıllardan itibaren sosyal yaşama doğrudan dahil olan televizyonun etkisiyle
biçimlendiği düşünülen, toplumsal ve kişisel kimliklerin sanat olgusu ile
ilişkilerini irdelemek; bu ilişkinin doğru kurulabilmesinin yolunun nasıl
olduğu sorgusunu yapmaktır.
Bu etki
sanat kavramının farklı biçimlerde algılanmasına ve buna bağlı olarak farklı
biçimlerde tanımlanmasına neden olmuştur. Bu durum, sanat olgusunu da popülizme alet etme
anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak, yeterince dikkatli
davranılmaması sonrasında sanat olgusu içerisinde değerlendirilemeyecek
çalışmalar “sanat”, bu çalışmalar içinde bulunan bireyler de “sanatçı” kavramlarıyla tanımlanarak, toplum bireyleri
bundan hareketle değerlerini oluşturmaya
yönlendirilmişlerdir.Ancak sunulanların değersizliği, toplum bireylerinin
değerlerini değersizleştirmekte ve toplumun yoz kültür egemenliği altına
girmesine neden olmaktadır.
Uzun yıllar boyunca süregelen ve bu gün de
kullanılmaya devam eden en önemli konu olan iç göç olgusunu son yıllarda bir
çok sanatçının sanata ilişkin yaratma süreçlerinde kullandıkları görülmektedir.
Bunlara ait çalışmaları çeşitli etkinliklerde görmek mümkün olmaktadır. Ancak
bu çalışmalar özellikle göç sonrası kentlere yerleşen insanların
kimliksizleşme, yeni kimlikler kazanma ya da yabancılaşma süreçlerinin bir
saptaması ve buna dikkat çekmesi doğrultusunda gerçekleşmektedir. [2]
Dolayısıyla yaratma süreçleri sonrasında
ortaya çıkan eserlerde yansıyan göç, bu eserler için konu olmaktan öteye
gitmemektedir. Ya da gerçekte bildiğimiz şeyleri farklı bakış açılarıyla dikkat
çekmek amacıyla yeniden ortaya koymaktır.
Ancak
sanat kavramı, toplumun ve toplum bireylerinin “ kalitesinin” belirlenmesinde
önemli bir etkisi olan yaratma süreçlerini ve bu yaratma süreçlerinde
gerçekleşen biçimlenmeleride ifade etmektedir. Dolayısıyla toplum bireyleri
tarafından tanınmaz olan sanat kavramı, olgusal değişimleri sergilemekte, bu
değişimler zayıf değerler karşısında yoz kültürün egemen olmasına neden
olmaktadır.
Bu
durumu şöyle açıklayabiliriz; Kırsal kesimde sömürüye dayanan değil, değerler
ortaklığı üzerine kurulan bir toplumsal sözleşme egemendir. Ancak tüm bunlar
sanayi devrimiyle birlikte yıkılmıştır.[3] Sanayileşmenin
beraberinde getirdiği durağan toplum yerine değişen bir topluma geçiş, kimlik boyutunu
da etkilemektedir.[4] Dolayısıyla sanat gerçek
yeniliği sunmanın yanında zaman zaman paylaşılan yaşantıların ifadesi ve
simgesi haline dönüşmüştür.
Türkiye’de
devlet, göçlerin yönlendirilmesine müdahil olmamış, daha çok gelişmeler
karşısında günlük politikalar ve siyasi müdahalelerle yetinme durumunda kalmış,
hatta zaman zaman uyguladığı politikalar nedeniyle göç tetiklenmiştir. Böylece
göç edenlerin geldikleri kentlerde başlarının çaresine bakmak zorunda kalmaları
sonucunda gecekondu bölgeleri oluşmuş ve bu nedenle kentlerimiz büyük bir köy
haline gelmiş, köy yaşamında görülen gündelik yaşam manzaraları, olağan
görüntüler haline dönüşmüştür.[5]
1960’lı
yıllarda Haldun Taner’in yarattığı Keşanlı Ali ve 1970’li yıllarda Yılmaz
Güney’in sergilediği tiplemeler, büyük kentlerdeki gecekondu bölgelerinde
yaratılan mitosların kahramanları olarak karşımıza çıkarken, günümüzde bunun
örneklerini oluşturan “Deli Yürek” ,
“Kurtlar Vadisi” ve “Pusat” adlı dizilerdeki kahramanlar da benzer profilleri
ortaya koymaktadır.Bir zamanlar aşağı kültür olarak görülen ya da görmezden
gelinen arabesk olgusu Türk Popu’nun[6]
patlaması yardımıyla 90’lı yıllar boyunca kent kültürü içine eklenmiştir.
Aslında oturmuş ve klasikleşmiş kültürler zaman içerisinde kendi dinamiklarini
yıpratarak iyi ya da kötü irdelemesi yapmadan, herhangi bir nedenle ortaya
çıkan yeni oluşumlar karşısında sağlam bir direnişle duramayıp değişmeye ve
hatta yozlaşmaya başlar ki; Bunu tarihsel süreç içersinde Gotik dönemin sonunda
antik dünyadan hareketle biçimlenen Rönesans anlayışında, daha sonra Maniyerist
süreçle değişerek ortaya çıkan ikinci klasik olan Barok Üslupta, Barok Üslubun
değişimiyle ortaya çıkan Rokoko
sonrasında yine antik kültürden hareketle Neoklasik dönem gibi yeni bir
devinime giren süreçlerde görebiliriz.
Dolayısıyla
Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren batı normları çerçevesinde
biçimlenen kent kültürü, göçler sayesinde farklı kültür değerleriyle
karşılanınca önce bunu yadırgamıştır. Süreç içerisinde, göçenlerin şiveleri
kentliler için aralarında yapılan espirilere bir malzeme haline dönüşerek
kanıksanmaya başlanmış, gündelik yaşantı içinde yeni bir tad, yeni konuşma
biçimi ve ilişkiler zaman içinde kentlileri etkisi altına alarak dönüştürücü
bir güç haline gelmiştir.[7] Bu
durum yukarıda da söz edildiği gibi medya tarafından sürekli kullanılmıştır.
Büyük
kentlerin, insanlar arasındaki temel bağların zayıflamasına neden olduğu bir
gerçektir. Kırsal yerleşim birimlerinde çok daha güçlü olan akrabalık bağları
ve geniş aile yapısı kentte zayıflamaktadır.[8] Ya da
böyle olması beklenir. Ancak yoğun göçler nedeniyle aynı yerden göç eden
insanlar kentlerdeki aynı bölgelere yerleşerek,
kentin ezici yapısına karşı birbirilerine dayanarak karşı koymaya
çalışmışlar, göç ettikleri yerlerdeki yaşamsal değerlerini aynen devam
ettirmişlerdir. Özel kanalların yayına geçmesiyle birlikte yoğun bir şekilde
sunulan renkli hayatlar bir yandan özenti yaratırken diğer yandan kendi
değerlerine daha sıkı bağlanmalarını sağlamış ve keskinleştirmiştir.
Son
dönemlerde yukarıda sözünü ettiğimiz gibi 90’lı yıllarda göçle gelen kültür
baskını altına giren kent kültürü, yavaş yavaş kendine gelmeye başlayarak,
kaybettiklerini geri alma savaşına girmiştir.[9]
Kültürün
en önemli özelliği kolay etkilenebilirliğidir. Bu özellik yeni dönüşümlerin
oluşurulması adına iyi yanını oluştursa
da, kötü etkiler karşısında kendisini yozlaştıracak, evrensel düzeyin altına
düşürecek, evrensel boyutlardan koparacak etkilere de açıktır.[10]
Kültürün
önemli paydaşlarından birini sanat oluşturmaktadır. Sanat toplumun değerlerini
belirleyebilmesinde önemli bir gereksinimdir. Çünkü Sanat kavramı adı altında
sunulanlar toplum bireyleri tarafından “iyi” niteliğiyle algılanacak ve bu
bireyler kendi değerlerini iyi olduğunu düşündükleri bu değerlere göre
ayarlayacaklardır.
Sanat
ile toplum arasındaki ilişkinin doğru biçimde gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu
ilişkinin doğru biçimde gerçekleşmesinin temelinde ise sanat olgusunun doğru
tanımlanması yatmaktadır.
Zaman
zaman toplum içerisinde bir sanat hareketi var sayılabilir. Fakat bu hareketlilik
spekülasyonların bir sonucu olarak gerçekleşir. Bu spekülasyonun temelinde para
konusu yatmaktadır. Böylece para sorunu, sanat sorununa karışmış hale
gelmektedir.[11] Para’yı en üst değer
haline getiren ekonomik sisteme sahip toplumlarda sanat olgusunun da bu etki
altında kalmasına şaşırılmamalıdır.[12]
Sanat
ekmek ve su gibi gereklidir.[13]
Sanat günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Yaşamın içinden çıkan bir
insan etkinliği olarak sanatın, insanlıkla yaşıt olduğu söylenmektedir. Ancak
sanatın bir olgu olarak farkına varılması, tanımlama ve tanıma süreci ise
Platon ile birlikte yaklaşık 2500 yıl öncesine dayanmaktadır. Platon’ dan
itibaren farklı kültürlerden, farklı disiplin ve kesimlerden sanatın
tanımlaması ve sınıflandırılması konusunda birçok düşünce üretilmiştir.
Bu doğrultuda yapılan kategorik yaklaşımların temelini, bilgi teorisi
yöntemleri oluşturmaktadır. Antik dönemden itibaren bilgi teorisinin yöntemleri
ile gerçekleştirilen sanatı anlama ve tanıma çabaları bilimsel tavra ait olan
“gelişme” ifadesinin sanat için kullanılmasına neden olmuştur. Sürekliliğin,
gelişmeyi içeren bir sonucu ortaya çıkarmasını bekleyen bilim için “gelişme”
ifadesi doğaldır. Çünkü bilim içinde, insan ile nesne arasındaki ilişki ve
süreç; algı, gözlem, deneme ve sınama olarak gerçekleşirken; Sanat içinde
görme, sezme ve yaratma şeklinde gerçekleşmektedir.[14]Bu
çerçevede, bilimsel disiplin içinde kavranılan şey genel, sanatta ise
kavranılan tamamen öznel ve bireyseldir.
Sanatın
tanımlanması ve sınıflandırılması sorunu; ne sanatın ne de sanatçının
sorunudur. Ancak, bilgi teorisi çerçevesinde hareket ederek sanatı inceleyen
bilimler belli kalıplar ortaya koymaktadır. Bu kalıplar hem toplum bireyleri
hem de sanatçılar üzerinde olumsuz etkiler oluşturmaktadır. Toplum bireyleri,
sanatı inceleyen bilimlerin ortaya koyduğu veriler ve bu veriler çerçevesinde
yapılan sanat sınıflamaları ile sanat olarak nitelenen şeyleri tanır. Bu
tanıma, ‘değer’ olanı bilmeye neden olur ve bu şekilde değer olanı bilecek olan
bireyler, bu ‘değeri’ yaşamlarına dahil edeceklerdir. Diğer yandan sanatçılar
üzerinde baskı oluşacak ve bu baskı sınırlılık getirecektir. Sanatın yapısına
aykırı olan sınırlılık nedeniyle sanatın sahip olduğu ifade zenginliğinden
habersiz olunacağından, sanatçı şartlanmışlıktan kurtulamayacağı için yüksek
benliğe ulaşması mümkün olmayacaktır.
Bu sorun, Platon’dan bu yana tarihsel süreç içerisinde gelişen, felsefe,
sosyoloji, psikoloji ve sanat tarihi gibi bilimlerin kendi disiplinleri
çerçevesinde ortaya koydukları bir sorun olmuştur.
Sanatı inceleyen bilimlerin her biri, sanatın unsurlarından, yani
sanatçı, sanat eseri ya da alıcıdan birini seçerek incelemişlerdir. Örneğin,
sanatçı psikoloji biliminin, sanat eseri sanat tarihi ve felsefenin, alıcı ise
sosyoloji biliminin incelemek üzere seçtiği sanata ilişkin unsurlardır.
Ancak bu bilimsel disiplinlerin, incelemek üzere seçtikleri sanata
ilişkin unsurlardan hareketle sanatı tanımlamaya çalışmalarına karşın, ortak
bir tanımda buluşamadıkları görülmektedir. Bunun nedeni, her disiplinin kendi
bakış açısından bir tanımlamayı ortaya koymasıdır. Dolayısıyla, sanatın
tanımlanmasında ortaya çıkan bu karışıklık sanat sınıflaması ile ilgili
sorunlar yarattığı gibi, sanatı doğru tanımaya ihtiyaçları olan toplum
bireyleri üzerinde de olumsuz etkilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu
aşamada, sanatın tanımlanması görevinin; sanatı inceleyen farklı bilimsel
disiplinler yerine, bu disiplinlerin incelemeleri sonrasında ortaya koyduğu
verileri senteze ulaştıran yöntemleri geliştirebilecek ve bu sentez çerçevesinde
sanatın tanımlamasını yapabilecek; ortak bir disipline verilmesi gerektiği
düşünülmektedir. Bu disiplin Sanat
Teorisi olmalıdır.
Henüz yeterince farkedilmeyen Sanat Teorisi dünyada ve Türkiye’de yeni
yeni yerine oturmaktadır. Ancak, bu güne kadar yukarıda sözünü ettiğimiz
bilimsel disiplinlerin, anlayışları çerçevesinde farklı yaklaşımlar
sergilemeleri nedeniyle, sanat tanımlarında olduğu gibi sanat sınıflamalarında
da çeşitlilik yaşanmaktadır.[15]
Antik dönemde ortaya çıkan bu
sanat sınıflamasının temel amacı, insan tarafından yapılanı doğal olandan
ayırmaktır. Ancak yarar amacı taşıyan nesneler ile hiç bir şekilde çıkar
gözetmeksizin yalnızca hoşlanmak amacıyla seyredilmek üzere üretilen nesneleri
birbirinden ayırmak için rönesans döneminde başlayan çaba, 18. Yüzyılda “güzel
sanatlar” ifadesi ile temel bir ayrıma ulaşmıştır.[16] Burada ortaya konulan çaba, antik dönemden
farklı olarak, sanat ile zanaat ifadesinin karşılığı olan uygulamaları ve bu
uygulamalar sonrasında ortaya çıkacak nesneleri birbirinden ayırmaktır. Bu
bağlamda Kant ve Hegel sanat adına yaşanacak sürecin temelinde özgürlük bulunduğunu vurgulamaktadır.
Buradan da anlaşılacağı gibi sanat, özgürlüğü kısıtlayacak hiç bir sınırı
kabul edemez. Önceden belirlenmiş herhangi bir işlev yada amaç, sanatsal süreç
içerisinde üretilen sanat nesnesi açısından baskı oluşturmaktadır. Dolayısıyla
baskı altında yaşanan süreci sanat olarak adlandıramayız.
Bu anlayış çerçevesinde sanatı şöyle tanımlayabiliriz: “Sanat, insanın
yüksek benliğinin devingen bir süreç sonrasında bir başka boyutta varolmasıdır.
Bu varoluşun göstergesi sanat nesnesidir.”
Bu aşamada şunu belirtmek gerekmektedir. Yukarıda “sanat sınır kabul
etmez” demiştik. Yapılan bu sınıflamada sınır olup olmadığı konusu şüphe
oluşturabilir. Ancak sınıflama sırasında temel alınan unsurları ‘var etme’
sürecine girmeden önce sanatçı seçmektedir. Bu seçimi yapmadan önce sanatçı en
iyi süreci ve bu süreç sonunda ulaşılacağı sonucu kestirmiş olmalıdır. Belki
süreç içerisinde bir çok sorunla karşılaşabilir ama bunları aşmak zorundadır.
Dolayısıyla sanata ilişkin her süreçte, inanç ile şüphe arasındaki diyalektik
ilişki yaşanmalıdır.[17] Bu durum yaratmanın temel paradoksudur.Sanata
ilişkin var etme süreci yaşayan sanatçı, sürecin başından itibaren özgürdür.
Sonuç olarak, TürkiyeCumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısının
biçimlenmesinde medyanın özellikle de televizyonun etkisi rededilemez bir
gerçektir. Bu durum popülizmin beraberinde sanat olgusunun da bu popülizme alet
etme anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak yeterince dikkatli davranılmaması sonrasında,
sanat olgusu içerisinde
değerlendirilemeyecek çalışmalar
“sanat”, bu çalışmalar içinde
bulunan bireyler de “sanatçı” olarak
gösterilmiştir. Bundan dolayı toplum bireyleri, ortaya çıkan “sanat” ve
“sanatçı” kavramlarından hareketle değerlerini oluşturmaktadır. Ancak
sunulanların değersizliği, toplum bireylerinin değerlerini değersizleştirmekte
ve toplumun “ yoz kültür “ egemenliği altına girmesine neden olmaktadır. Bu
durumdan kurtulabilmenin temelinde sanat olgusunun, toplum bireyleri ve
dolayısıyla topluma sunumlar gerçekleştiren medya tarafından, doğru tanınması
yatmaktadır.
KAYNAKÇA
Alaın, (Çev: Dr. Ayda Yörüken). Mutlu Olma Sanatı, Ankara 1990
Aritotales,
(Çev.İsmail Tunalı). Poetika,
İstanbul, 1995
Aytürk, Nihat. Yönetim Sanatı, Ankara
Baynes,Ken (çev.Y.Atılgan). Toplumda Sanat , İstanbul 2002, s.197
Bozkurt, Nejat. Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul,
1992
Büyükarda,Berrak. “Değişen ve Gelişen
Çevrede İnsan Faktörü”, Sanat Yazıları
VII, Anakara 1998, S.31-33,
From, Eric (Çev. Ergin Ayrıkçı). Sevme Sanatı ,Ankara 1999
Gönülal,Özand.
“Sanat Sınıflaması ve Toplumsal Çevre Üzerindeki Etkisi”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi
www.e-sosder.com ISSN:1304-0278 Ekim 2004 C.3
S. 10 (54-62)
Kongar,Emre. 21. Yüzyılda Türkiye, İst.2001
May, Rollo. Yaratma Cesareti, İstanbul, 1992
Mengüşoğlu,
Takıyyettin. Felsefeye Giriş, İstanbul 2000,
Özdemir, Emin. Güzel ve Etkili
Konuşma Sanatı, İstanbul 2000
Plehanov, Georgi. Sanat ve Toplumsal Hayat, İstanbul
1987, s.102
Plehanov
Georgi-Jean Freville, Sosyalist Gözle
Sanat ve Toplum, İstanbul 1974
Read, Herbert. Sanat ve Toplum, İstanbul 1967, s.140
Sözen, Metin ve Uğur Tanyeli. Sanat Sözlüğü, İstanbul, 1992
Tunalı, İsmail. Estetik, İstanbul, 1999
Tansuğ,
Sezer. Sanatın Görsel Dili, İstanbul, 1988
Timuçin,Afşar. “Sağlıksız Kentleşme
Olgusunun Sanata Etkileri” İstanbul 1979 s.58 (Afşar Timuçin'in 28/11/1979. günü İstanbul'da FilarmoniDerneği'nde
yaptığı konuşma metni), http://www.felsefelik.com/felsefedergisi/1980-10/053-061.pdf
Williams, Raymond (Çev. Suavi Aydın).
Kültür, Ankara,1993.
Worringer,
Wilhelm (Çev.İsmail Tunalı). Soyutlama
ve Özdeşleyim, İstanbul, 1985.
*Yrd.Doç.Dr.,Akdeniz Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi, Temel Eğitim Bölümü, 07058, Kampüs-Antalya, ozandgonulal@akdeniz.edu.tr
[3] Ken Baynes
(çev.Y.Atılgan), Toplumda Sanat , İstanbul 2002, s.197
[4] Ken Baynes, a.g.e., s.199
[5] Emre Kongar, 21. Yüzyılda
Trükiye, İst.2001, s.27
[6] Vasıf Kortun ve Erden
Kosova, “Göç” http://ofsaytamagol.blogspot.com/2007/06/migration.html,
s.1
[7] Vasıf Kortun ve Erden Kosova,
a.g.m., s.2
[8] Berrak Büyükarda, “Değişen
ve Gelişen Çevrede İnsan Faktörü”, Sanat Yazıları VII, Anakara 1998, S.31-33,
[9] Vasıf Kortun ve Erden
Kosova, a.g.m., s.2
[10] Afşar Timuçin, “Sağlıksız
Kentleşme Olgusunun Sanata Etkileri” İstanbul 1979 s.58 (Afşar Timuçin'in 28/11/1979. günü
İstanbul'da FilarmoniDerneği'nde yaptığı konuşma metni), http://www.felsefelik.com/felsefedergisi/1980-10/053-061.pdf
[11]Georgi Plehanov, Sanat ve
Toplumsal Hayat, İstanbul 1987, s.102
[12]Georgi Plehanov, a.g.e.,
s.146
[13]Herbert Read, Sanat ve
Toplum, İstanbul 1967, s.140
[14] Takıyyettin Mengüşoğlu, Felsefeye
Giriş, İstanbul 2000, s.217
[15]Özand Gönülal, “Sanat Sınıflaması ve Toplumsal Çevre
Üzerindeki Etkisi”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi www.e-sosder.com ISSN:1304-0278 Ekim 2004
C.3 S. 10 (54-62)
[16] Nejat Bozkurt, Sanat ve
Estetik Kuramları, İstanbul, 1992, s.18
[17] Rollo May,Yaratma
Cesareti, İstanbul, 1992 s.47
Yorumlar
Yorum Gönder